Her toplumun kendine has olan gelenekleri et ve tırnak gibi birbirlerinden ayrılmaz birer parçasıdırlar. Çok azı unutulmuşsa da büyük çoğunluğu, insanlık yaşadıkça onlarla yaşanır ve yaşatılır. İnsanoğlunun dertleri çoğaldıkça, geçim sıkıntısı onları bunalttıkça ve birde zamanlarını tv lerin karşısında harcadıkça bu güzelim geleneklerimiz yok olmaya aday gibi gözükmektedir.
Misafirlerini en güzel bir biçimde ağırlayan köyümüzde, evlerin en güzel yerleri onlar için ayrılır ve hazırlanır buralara da “misafir odası” denir. En güzel minderler, yataklar, çarşaflar ve peşkirler (havlular) onlar için hazır bekletilir. En leziz yiyecekler onlar için kilerlerde saklanır. Her türlü ikramlarda bulunulurdu.
Eskilerde cenaze evlerinde üç güne kadar yemek yapılmaz, gelen misafirlerin de yemeğini konu-komşu verirdi. O evin yemeğini de yakınları ve komşuları üç güne kadar tedarik ederlerdi. Çünkü ; üç güne kadar cenaze evinin yemeği dinen haramdı. Pekiyi, günümüzde dinin bu emri kalktı mı? Asla, dinin tüm emirleri değişmeden kıyamete kadar sürecektir. Günümüzün insanları, kendi kanaat ve işine geldiği gibi dinin kurallarını evirip çevirip hiç tereddüt etmeden uygulamaktalar. Bunun sorumluluğu da konuyu bilenleredir…
Düğün ve cenazelere gelen misafirler, konu-komşu tarafından paylaşılır ve evlere götürülürdü. Hemen her şeyin değiştiği günümüzde bu adetlerimizde değişti.
Herhangi bir iş için evdeki veya itimât edilip, güvenilen büyüklere danışmak adettendi. Köy odalarında veya misafirliklerde olsun daima büyükler baş köşede, ondan sonra büyükten küçüğe doğru kapıya kadar sıralama olurdu.
Kadınlarımızın gençleri yani gelinleri ve kızları, misafir erkeklerin ellerine varma adıyla hoş geldin deme adetlerini hep sürdürürlerdi. Hoş geldin diyecek olan kadın erkeğin karşısına kadar gelerek hafiften eğilir, sağ elinin avuç içini açar ve “elini öpeyim, hoş geldin” diyerek geri geri gider. Erkeklerin yanlarında pek konuşmazlar. Altmışlı yılların sonuna kadar kadınlarımızın ağız veya burunlarına kadar çektikleri yaşmakları vardı. Yaşlılarında daima belde kuşak, başta da fes veya cemberlerinin üzerinden başı simit gibi saran çelgirleri bulunurdu. Herhangi bir yolda veya suya gidiş ve gelişlerde erkeklerin önü kesilmez beklenirdi. Genç erkek ve gelinler, anne o kadar değilse bile, babaların dedelerin yanında çocuklarını hiç kucaklarına alamazlar, çocuklarına bir şey diyemezler ve onlarla oynayamazlardı.
Herhangi bir yolculukta erkekler hep önden, kadınlar ise birkaç metre arkasından takip ederlerdi. Evlenmelerde erkeğe sorulurken, kızların görüşü alınmadan, haberi olmadan evlendirilirdi. Düğün oluncaya kadarki nişanlılık süresince, nişanlı olanlar görüşemezlerdi. Çok nadir olarak bazıları özel durumlardan dolayı görüşmüşseler de ehemmiyet ifade etmez. Bu husus yetmişli yıllara dek sürerken, bundan sonraki yıllarda günümüzdeki duruma dönüşmüştür. Bu ise çok yanlış, yanlış olduğu kadar da çok tehlikelidir. Ama günümüz insanı, değişen bu adeti modernleşme, zaman böyle, nasıl olsa o onunla evlenecek ne var bunda?, adaam sende diyen bahanelere sığınarak yapılan bir olumsuzluğu hoş görmekteler. Acı sonuçlar görülmesine rağmen, bu furya devam ediyor…Ne yazık ki ateş düştüğü yeri yakıyor…Düğünler genelde son güzün veya kışa yakın yapılırdı.
Erkek çocuklar okutulurken, kız çocukların okumalarına pek iyi gözle bakılmazdı. Okuyup ta Mısıra mulla mı olacaksın? diyerek isteklere hep karşı çıkılırdı. Erkek çocuklarına verilen değer, kız çocuklarından esirgenir ve adam nasıl olsa el kapısına gidecek, diyerek o kadar da önemsenmezdi.
Askere giden gençleri, gelin olacak kızları önceden yakınları tarafından davetlere götürülür. Bu iki kesim çokca çalıştırılırdı. Askere gidecek gençler topluca cami önünde mutlaka imamın duasıyla yolcu edilirlerdi. Yeni gelin, iki hafta sonra birinci derece akrabalardan başlamak kaydıyla, uzaklarda bile olsa onların ellerini öpmeye götürülürdü. Askerden gelenlerin hoş geldinine, duruma göre tavuk, ördek, hindi gibi hediyelerle gidilirdi.
Küçükler, büyüklerin, abilerin ve babaların yanlarında hiçbir zaman sigara içemez ve kâğıt oyunları oynayamazlardı. Büyüklerin bulunduğu yer müsaitse, çocukları hemen güreşe tutuşturmalarını severlerdi.
Bayram günlerinde ilk önceleri, cami içinde veya önünde büyüklerden başlayarak bayramlaşmalar başlar, toplu halde mezarlığa gidilir, dönüştede mevsim ve günün durumuna göre dambaşına veya harman yerlerine kilimler atılır sofralar serilir topluca yemekler yenip dualar edildikten sonra evlere dağılırlardı. Küçükler, gençler ve büyükler kendi aralarında olmak üzere gurup gurup her eve varıp bayramlaşmalarını yaparlardı. Bayram bitinceye kadar durumu iyi olanlar, kişileri toplayarak onlara yemek verirlerdi. Köyden köye gidilerek eşin dostun bayramı kutlanır. Çocuklar için evlerin uygun yerlerine salıncaklar kurulurdu.
Kişiler hastalandığı zamanlarda hemen hocaya giderler, veya bilen birisine bir kurşun döktürürlerdi. Baş ağrılarında tuz çevirme, karın ağrısında da, karnı sıcak tutup karın ovdurma işini yaptırırlardı. Büyüklerin ağrıyan sırtları, çığnatmakla rahat bulurdu. Kösnüler (kızarmış kabarıklar) kestirilir, demralar yazdırılır, çakmalar (sulu yaralar ) tükürttürülür. Sancılanmış çocuklar at gübresi içine gömülür, kaba kulak olanlara tencere karası vurulur, yeni doğum yapan kadınların odasında al basar diye kırk gün ışık yakılır, derin yaralara tuzlu tereyağı basılırdı.
Kadınlar, asvaplarını (çamaşırları) köy çeşmelerinin hemen yanında bulunan, yunak adı verilen yerlerde yıkar, oralarda bulunan çitlerin üzerine sererlerdi. Hatta çocukları ve orta yaş üzerindeki kadınları orada yıkarlardı.
Bostan ekilen yere geçici olarak yaş meşelerden bir gümele yapılır, gündüzleri çocuklar beklerken, geceleri de büyüklerden birisi yatarak beklerlerdi.
Buzalayan inekten, kuzulayan koyundan yapılan ilk ağız akraba ve komşulara dağıtılırdı. Süt veya yoğurt olmayan evlerle paylaşılırdı.
Turfanda olan her çeşit sebze ve meyvenin ilk olanları, komşulardan gizlenmeye çalışılırdı ki, nazar değmesin diye.
Daha nicelerini yazamadığımız bu ve buna benzer adet ve törelerimiz, şimdilerde bizlere komik ve değersiz gibi gelebilir. Bunlar bir gelenekten ibaret oldukları için, öyle görüp öyle yaptıklarından dolayı kınanmamalıdır. O zamanların ortamları öyleymiş, anlayış ve imkanlar öylesini gerektiriyormuş. Onlar kimilerince alaya alınıp gülünse bile, bizim atalarımızdır. Bizler gülleri dikenleriyle sevenleriz…