Köylülerimizin Bazı Faaliyetleri

Mart 15, 2015

Bu toplumda sınıflar arası pek büyük farklılıklar yoktur. İlk zamanlarda sınıf ve statü pek belirgin değilken, ileriki zamanlarda kendini hissettirmiştir. Tabi ki her şeyde bir gelişme olacaktır bunda da olduğu gibi. Zenginlerin bedel ödemesi ve fâkihlerin (imamların ) askere alınmaması bunlardan bazı örneklerdir. Köy halkının eğitime fazla zaman ayıramadığı görülmektedir. Yaşadıkları çağlarda savaşların devamlılığı, göçlerin habire yapılır olması, eşkiyalığın daha yakın zamana kadar sürmesi, mektep ve medreselerin köyde bulunmayışı, fakirliğin etkileri gibi sebeplerden dolayı eğitimden pek fazla nasiplenememişlerdir. Sonraları köyden giderek dışarıda oku- yan, fakı (fâkih) unvanıyla çok derin olmasa da bazı hocalar yetiş-miştir. Bunu takiben Kur’an kurslarından mezun olup çeşitli yerlerde imâm-hatip görevini yapan hocalar çıkmıştır. Cumhuriyet dönemine kadar kendi köyümüzün fakıları, çocuklarımızı eskimez yazı ile okut- muşlardır. Ali Fakı ve Nur Fakı (Nuri) bunlardandır. Dolaysıyla oku- lu olmayan halkımızın okur-yazarı da yok denecek kadar azdı. Bilen- ler de askerde veya okulu olan köylerde yahutta özel gayretleriyle yeni harfleri öğrenerek çatpat okuma yapabiliyorlardı. Bu durum köyümüzün ilk eğitmeni olan Kazım Yılmaz’ın, eğitmen olup da köydeki çocukları okutmaya başlatmasına kadar sürmüştür. Cumhu- riyet dönemine yakın ve ilk yıllarında köy odalarında bazen camide olmak üzere okumalar yapılırken, 1938’da yeni harflerle ilköğretime geçilmiştir. 1938’de yapılan bir imtihanla, köyümüzün  ilk eğitmeni olan Kazım Yılmaz, Eskişehir’de okumuş ve eğitmen olmuştu. 1938-1939’lı yıllarda ilkokul olarak Onbaşının odasında ilk eğitim veril-meye başlanır. Bunu takip eden yıllarda, ustalığını Mustafa Arslan’ın yaptığı imece usulüyle kerpiçten yapılan ilkokul 1960’lı yıllara kadar hizmet verir. Daha sonra bu okul da yıkılarak ve aynı yerine Halim Arslan’ın muhtarlğı zamanında şu anki betonarme olan ilkokul, Nur Fakı’nın yel değirmeninin yerine de okulun kömürlüğü yapılır ve 1963’de faaliyete geçer.

1960’lı yıllardan itibaren fabrikalara girenlerin sayısında bir artış gözlenirken, çocukların da ortaokullara, çırak okullarına ve öğ- retmen okullarına gönderilmesine başlanır.

Şehire gidenlerin büyük çoğunluğu MKE fabrikalarına gire- rek işçi, devlet kademelerinde memur olarak istihdam edilmişlerdir. İlk etapta ortaokul, sonraları lise, öğretmen okulu ve daha sonraları da üniversite bitirenler olmuş ve bunlar devlet kadrolarında çeşitli dallarda memur olarak görev alırlar.

Köyümüzden şu ana kadar bürokrat veya üst kademede görev yapan bir görevliye rastlanılmaz. En fazla imar müdürlüğü, lise müdürlüğü, mühendislik, öğretmenlik, astsubaylık ve polislik gibi kademelerde görev aldığı görülür.

60’lı yılların sonlarında, 70’li yılların ilk başlarında tarımda makineleşmeye geçilir. Bu yıllarda şehire göçenler, okullara girenler, yeni işlere başlayanlar oldukça fazladır. Köyde yeni yeni çatı ve ev yenileme işleri hızlanır. 70’li yılların hepsi, 80’li yılların ilk yarısı traktörlere, ev yenileme ve yapımlarına, düğünlere, kooperatiflere borçlanmayla geçer. 1979’da elektriğin girmesiyle beraber ikinci büyük borçlanma başlar. Televizyon başta olmak üzere her türlü ev araç ve gereçleri bir rekâbet havası içerisinde alınır. Düğünlerin pa- halıya mâl olması hayatı zora sokar. Gençlerinin isteklerinin ardı arkası kesilmez. Bu istekler fantezi bir hayata yöneltirken, aşırı borçlanmalar köylüye nefes aldırmaz. Bu dönem hemen herkesi etki- lemiştir.

Vadesi geçen borçlar katlanarak artar. Arazi gelirlerinin azlı- ğı, çoğalan nüfusa yetmez olur. İnsanlar bir arayış içerisindedirler. Kimileri kendilerini tefecide bulur, kimileri ala yorganı sarar sırtına, kimileri okumaya yönelir, kimileri bir iş yeri açmaya yeltenir. Ama bunların tümü de köyün elindeki küçükbaş hayvanlarının hepsinin yok olmasını engelleyemez. Köyün 5-6 sürüsü tükenmiş, buzağı sü- rüsü yok olmuş, sığır sürüsü de 250’lerden 100’lerin altına düşer.  Bölünen tarlalar, geçimi sağlayamaz olur. Halk artık borcu ve geçimi için yavaş yavaş motorunu ve toprağını satar bir duruma düşecektir.

Bu durum adeta bir toplumun sanki mali çöküş habercisidir. Ekonomik durum günden güne kötüye gitmektedir. Tecrübeli yaşlılar ve aklını kullananlar bu gidişâtın farkındadırlar. Ancak bu durum tüm aileler için geçerli değildir. Ayağını yorganına göre uzatan ve akıllı adım atanlar müstesnadırlar tabii. Motorcular varille mazot almayı unutmuş, depo veya bidonla almaya başlamışlardır. Hepsi değil ama çoğunluğu yumurta ve tavuğu şehirden almaya başlar. Gidişât iyi değildir. Hemen herkes kara kara düşünür olur… 1950 den önceki eli nasırlı, kara benizli, urbası yamalı ve ayağı çarıklı Anadolu’nun bu çilekeş insanları mutlu değildirler. Çarık yok, yamalı elbise de yok…Yok ama yüzlerde mutluluk da yoktur artık…

Bu bir yazgı mıdır? Devletin uyguladığı yanlış ekonomik politikasından mıdır? Yoksa fertlerin kendi yanlışlarından mıdır? Bilinmez ama ortada bir gerçek vardır. O da, ekonomik sıkıntılar ve eski günlerin aranılır olmasıdır…Birine dokunsan bin ah işitirsin… Burada bir öz eleştiri yaparsak; hoca Nasrettin’in: “Yahu hırsızın hiç mi suçu yok?” dediği gibi, “halkımızın hiç mi suçu yok?” dersek acaba haksızlık etmiş olur muyuz?..

Bir zamanlar Keskin kaymakamı olan Ekrem Bey’in     pazardan soğan alan bir köylüye çıkışarak “asıl bu soğanı senin satman lâzım” diyerek azarladığı anlatılır. Yumurtayı dahi şehirden getiren, kurbanlığı dışarıdan alan köylüye ikaz için böyle bir yönetici gerekmez mi?

Zaten insanların mayasında vardır, suçu başkalarında arayıp kendini temize çıkarma özelliği… Oysa ki aynı köyün aynı insanı, aklını kullandığında, aynı ortamlarda olmasına rağmen düzlüğe çıkabilmenin, huzuru yakalamanın örneğini de gösterebilmişlerdir.

Çok şeylere sahip olmak, her şey olmadığı gibi; sade bir me- kânda sırtı yamalı “yarı aç yarı tok” olmak da, her şeyi kaybetmek demek değildir.

Ekonomi şüphesiz, her ferdin ve her toplumun yaşamasını, gelişimini, psikolojisini, güç ve iktidarını etkin kılan unsurlardandır. Bir yerde ekonomik bağımsızlık yoksa, orada insanları özgür kılan hemen her nesne, o kişileri “bir şeyleri veya her şeyleri yapma”dan mahrum kılar…Kesesi tefeciye, kazancı krediye, aklı sıkıntıya giden birisinden bir şey beklenebilir mi?.. Ancak ondan geçmişin avuntusu, geleceğin umudu ve elinden çaresizlik gelecektir…

Ahırında bir ineği, bir eşeği; altında hasır üstü ot döşeği, ocağında bulgur çorbasının piştiği, elinde nasırı, ayağında çarığı mutlu olan bu insanlardan; evleri çatılı, atlı-arabalı, boynu yakalı, sırtı yamasız urbalı, buğday dolu harmanı, televizyon ve telefonlu ama mutsuz bu insanlara… Evet nerdeeen nereye?..

Peki böyle mi gidecek? Elbette hayır. Hiçbir şey Allah’tan başka kalıcı değildir. İnişler mutlak çıkışlıdır. Herhangi bir şeyde dibe vurmuşsa, artık zirveye çıkmanın ilk basamağı da orada başlar. Her derdin bir çaresi olduğu gibi, bu sıkıntıların da bir çaresi ve bir sonu olacaktır. Burada akla çeşitli öneriler gelir. Acizane affınıza sığınarak bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Sıkıntılara ailenin tüm fertleriyle karşılık  verilmeli. Bunca borç varken, zaruri olmadıkça yenilerine gidilmemeli, faizli paraları ne pahasına olursa olsun ödeyip bir daha da yanaşılmamalı. Daima her şeyde ve her yerde, tüm aile fertleriyle tutumlu olunmalı. İhtiyaç diyerek gereksiz eşya alınmamalıdır. Borçları zamanından önce hazırlayıp, gününde ödemeyi alışkanlık haline getirmelidir. “Ödeme gayreti içinde olanlara, Allah gerekli kolaylığı sağlayacaktır” düs- turuna tam iman edilmelidir…   

Nüfusun çoğalması, sınırlı arazilerin ve kıt olan gelirlerin yetersiz kalması, iş sahasının olmayışı, hayvan sayılarının giderek azalma göstermesi, huzursuz olan toplumun huzurunu iyiden iyiye kaçırmış olacak ki yavaş yavaş köyden göçler başlar başka diyarlara. Bu durum zamanla köyü sadece ihtiyarlara bırakacaktır.

Bundan böyle yazın büyüyen, kışın küçülen bir köy konumu- na düşecektir Selamlı.

Artık kavgalar bitmiş, halk geçim derdine düşmüştür. Tele- vizyonların da etkisiyle eski geleneklerin bir kısmına veda edilir. Te- lefonların gelmesi, gençlerin büyük şehirlere gidip gelmeleri, el sanatlarına yönelik faaliyetlerin köyde sergilenmesi, gelenekte görenekte ve ahlâki davranışlarda farklılıklar kendini gösterir. Sanki “eski Selamlı, yeni Selamlı” dedirtecek bir kültür oluşmaya başlar.

Düğün, ölüm ve benzeri durumlarda küslükler bir kenara bırakılıp hep birliktelik içerisinde olmuşlardır. Bu özellik diğer köy lerde pek bu kadar değildir. Bundan dolayıdır ki çevre köyler bizim köyü hep kıskanır olmuşlardır. Evlilikler genelde akraba ve köy içinden olduğu gibi, uzaklı yakınlı olmak üzere dışarıdan da olmuştur. Bu evlilikler önce dünürcülük (kız isteme), ardından yağlık bağlama (altın takma), sonra yüzük ve nişan gibi töreleri takip ederek düğünle neticelenir. Geniş bilgi için düğünler bölümüne bakınız.                  

Köyümüzü oluşturan ilk atalarımızdan, cumhuriyetin ilk yarısına kadar tarım ve hayvancılık hep babadan kalma usullerle yapıla gelmiştir. Ziraatın belli başlı aletleri kazma, kürek, çapa (çe- pin) iken; kağnı, kara saban, pulluk, düven, tırpan, yaba, dirgen, anadut, tırmık gibi rençberliğin temel araçları da 1970’li yıllara kadar kullanılır olmuştur. 1960’lı yıllardan başlamak kaydıyla teklemeden de olsa makineli (traktör-biçerdöver) tarıma geçiş yapılır, fenni gübre kullanımı bu yıllara rast gelir. 1970’li yıllardan itibaren hazine arazileri ve ormanlık yerlerden yeni tarla açmaları başlar. Bu tarla aç- malarında büyük haksızlıklar yapılır. Çünkü; imkanları olanlar açar- ken, imkanı olmayanlar veya yoksullar buralardan istifade edeme mişlerdir.

Ekonomik olarak da gayri ihtiyari ufak tefek de olsa birazcık farklılıklar olagelmiştir, ama bu durum birbirlerine ezici bir üstünlük şeklinde olmamıştır. Asırlar geçtikçe göze batar bir şekilde geliş- meler olur tabii ki. O günden bu güne değin, köyüne veya çevre köylere varıncaya kadar bir hükümranlık biçiminde hiçbir zenginlik olmayıp ne bir ağa, ne de bir bey çıkmamıştır. Bunu doğrulayan ne bir tarih, ne de bir şahit vardır. İlk zamanlardan beri köylümüzün geçimi hayvancılık ve tarım gibi iki ana unsura dayalıdır. El sanatları küçük çaplı olmakla beraber geçime yönelik değildir. Ticarette ise ilk zamanlarda pek göze batar bir durum yokken, sonraları küçük çaplı da olsa, bu alana kaymalar olur. Peynir, pekmez, tiftik ve yapağı, canlı hayvan ticaretini yapanlar az da olsa olmuştur. Sonraları şehir- lere gidenler meslek erbabı ve esnaf sınıfında kendisini göstermiştir. Daha sonraları ise; ortaklıklar ve şirketleşmeler halinde günümüze değin gelişmeler görülür.

Mevsimlere göre anlatılan, sıradan ve adetvari olan işlerin bir kısmının artık yapılmadığını görmekteyiz. İnsanların hazırcılığa kaçmaları, kolayı tercih edip zahmete girmeyişleri, hayvanların azalmaları, büyük çoğunluğun şehirlere taşınmalarından dolayı bazı işleri terk ettikleri görülür. Böyle denilse de ekonomilerinin iyiye gitmeye başladığı da gözle görülür duruma gelir. Bu işler insanlar değişip zaman geçse de ihtiyaç olduğundan dolayı devam edecektir.

Köyümüz insanı, geçimini genelde tarım ve hayvancılığa dayalı olarak uzun zaman sürdürürken, 1970’li yıllardan sonra işçilik, memurluk, esnaflık ve benzeri alanlara da kaydırmışlardır. 1960’lı yılların ortalarından sonra biçerdöverlerin ve traktörlerin tarım hayatına girmesiyle tarım alanları; ormanların, hazine arazi-lerinin ve kullanılmayan yerlerin sürülmesiyle genişletilip çoğa-lırken; büyük ve küçükbaş hayvanlarda da azalmalar baş göstermeye başlamıştır. Köyde önceleri beş-altı küçük baş sürü, bir dana, birde sığır sürüsü bulunurken şimdilerde sadece az sayıda sığır sürüsüne rastlanılmaktadır.

Köy nüfusunun azalmasıyla çoğu tarım işleri terkedilmiştir. Örneğin bağların tamamen dağ haline dönüşmesi, kıraç ve bos- tanların ekilmemesi, ot, çayır ve fiğ-burçak gibi bitkilerin ekilip biçi- lememesi gibi faâliyetler gösterilebilir. Hayvanların  azalarak yok denecek kadar bir sayıya inmesi sonucu, yoksullaşan köy halkının çoğunluğu peynir, yağ, yoğurt, hatta yumurta ve tavuğu dahi dışarı- dan alır hale gelmiştir. Ne acı, acı olduğu kadar da çok düşün- dürücüdür. Bu durumlar 1990’lı yıllardan sonrası için söylenebilir. Ondan önceleri üretip satarken, şimdilerde hep alıp tüketir duruma gelirler.

Çok önceki yıllarda yamalı elbise giyen, düğüne veya şehire giderken komşudan aldığı ödünç ayakkabı ve elbiseye muhtaç olan bu köylüler, 2000’li yıllarda boyalı ayakkabı, takım elbise giyer konumuna gelmişlerdir. Bu insanları para konuşturur, elbise yürü- türken son yıllarda rekâbet edercesine ferdileşip bencil duruma gelirler. Önceki yıllarda “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” hadisine uyarken, şimdilerde yanı başındaki açtan haberi yoktur veya oralı bile olmamaktadır. Önceleri aşağı yukarı hemen her işte akraba veya komşu olarak imece usulü işler yapılırken, son zamanlarda adamı olupta işini erken bitirenler, diğerlerini alaycı bir tavırla seyreder olmuşlardır.

Sözler ve kararlar büyükler tarafından verilirken, son zaman- larda saygıda kusur edilerek, herkes kendi karar verip büyükler tanın- maz olmuş, yaşlılar kendi hallerine bırakılırken kişiler mutluluğu, e- şini ve çocuklarını mutlu etmekte bulmuşlardır. “Para bende güç bende, her şey bende olsun” düşüncesine kapılan pek çok kişi, çevrelerine de kötü örnek olur durumuna geldiği görülmektedir.

Her ne olmuşsa 2000’li yıllardan sonra olmuş, hemen her şeyde bir değişme, bir bozulma, bir gevşeme, pörsüme, bir acayiplik, bir deforme ve dejenerasyona uğramışlık bütün kanatlarıyla sararak her kesimi şaş bırakmıştır. Hemen şunu da ekleyelim, bu durum her- kes için geçerli olmasa da büyük çoğunluğu kapsamaktadır. Bu ko- nunun esas incelemesini bir uzman sosyoloğa bırakalım.

Şimdiler de Selamlı’nın o güzelim adet ve törelerinin yerini, hiç kimsenin tasvip edip benimsemediği “hoyratlık, neme lazım- cılık. adâm sende, boşver gitsin, kör mü o da yapsın, bana ne, benimle mi kazandı?”gibi hoş olmayan anlayışlar doldurmuştur. Hal böyle olunca da haliyle eskilerden kopularak, sosyal bağlar zayıflamış ve “ah eskiden” diyen her ağız geçmişin özlemini dile getirmekten kendini alamamıştır…

 Bağ-bahçe, tarla, harman işlerinde kim önce işini bitirirse, hemence akrabasına veya komşusuna yardıma giderlerdi eskilerde. Yahutta bir iş öncesi anlaşarak sırayla işler yapılır, bunada  “gubaşma” denirdi. Bir iş yeri çok kalabalık gözüküyorsa, orada gubaşmanın var olduğu bilinirdi. Bu gubaşma (imece) genelde; ırgatlık işlerinde, çift ve nadas işlerinde, sap çekme ve düven işlerinde, bağ depme (belleme) ve bağ bozum işlerinde, bulgur, yarma yapma ve çekme işlerinde, dibek döğme ve tuz çekme işlerinde, tohumluk eleme, ekin ekme ve bunun gibi işler için yapılırdı. Böylece işler daha erken, daha düzenli ve usanmadan çalışılarak, birlik ve bereaberlik içerisinde tez zamanda bitirilirdi.

Her mevsimin kendine has olan işleri, bu mantıktan hareketle yapılırdı. Köyde yaşayan tüm insanların kendilerine göre yapacakları işleri vardı tabii ki. Bunları şöyle mevsimlerine göre bir sıralamaya aldığımızda:

İlkbahar işleri: Artık bahar gelmiş koyun kuzuya, çayır çimene, inek danaya insanlar da bolluğa kavuşmuşlardır. Süt yoğurt ve ağız artık her evde bulunur hale gelmiştir. İlkbahar köye bir hareket getirir. Çünkü hemen her türlü iş çıkmıştır. Çit ve çevirme içine fideler dikilir. Bahçeler hazırlanır, ihtiyaca göre kerpiçler dökülür. Saban veya hayvan pulluklarıyla herklere başlanır. Sığır haricindeki iş yapan hayvanların güdülmeleri, mal için dağlarda yatmalar başlar. Keçilerin kırkımı yapılır. Koyunların kırkımı ise, gün dönümü olan Haziran sonuna bırakılırdı. Fidan dikmek,  ağaçları budamak, sebze, meyve, karpuz ve kavun ekme işleri hep bu dönemin işleridir. Köylüler, büyük ve küçüğüyle seferber olurcasına hep dışarılarda çalışır hale gelirler. Okul çağındaki çocuklar ise; yaş meşelerden deve denilen iki ayaklı bir çekecek yaparlar, onlarla köyün yakınlarından evlerine odun çekerlerdi. Sıravari, toz duman içerisinde develeriyle gelen bu çocukların çabaları görülmeye değer- di doğrusu.

Çeşmelerde kömüşler yıkanıp bezirlenir, koyun ve keçiler de katranlanırdı. İşe yaramayan küçük çalılar, yeşilken getirilir ve belli yerlere istif edilirdi. Buna “bastırma” derlerdi. Bunları ateş tutuş-turucu olarak kışın yakarlardı. Budanmış yaş odunlardan da, küçük bahçe veya oğlak kuzu koyma yerleri yaparlardı ki, buna da “çit” denirdi. Yine budanmış odunlardan evin dışlarına dairesel çit çevirirler, içerisine gündüzleri küçükbaş, geceleri de büyükbaş hayvanların konacağı bu yerlere de “ağıl” veya “ağal” derlerdi.

Baharın köyde yeşil otlar çok olduğundan tırpanla biçilir, kurutulur ve evlerin çevresinin uygun bir yerine istif edilerek üstü çalılarla kapatılırdı. Kışın hayvanların çok severek yediği bu yeygiye “otluk” denirdi. At, eşek, buzağı gibi hayvanlar; urgan, zincir ve örme gibi iplere bağlanır, kazık ve zikkeyle de otlu yerlere çakılırdı. Hayvanların bu şekilde bağlanmasına da “örkleme” derler.  Çocuk- lara “eşeğin örkünü değiştir, buzağıyı örkle” diye de emirler verir- lerdi.

Bağ-bahçe, tarla-tapan işlerinin her çeşidi, ev ve müştemi-latına ait olan yerlerin tamiratı, kaş ve bacaların yapımı, sıvanmaları, evlerin bahar temizlikleri, yeni doğan oğlak, kuzu, buzağı ve civcivlerin bakımları. Hayvanların yapağı ve yünlerinin yıkanmaları. Künlerin (hayvan gübresi) tarlalara çekilmesi. Yaz mevsimi için ağaç kökenli alet-edevatların yapımları. Örneğin: Anadut, tırmık, yaba, balta, kürek, tırpan, orak, çapa, çepin ve dirgen sapları, sele, sepet, küfe, çeten, arı sepeti, teskere veya gerne (çamur ve taş gibi malzemeleri taşımak için iki kişinin taşıdığı bir araç) yapımları. Ağaç yapım işlerinin bazılarını kendileri yapar, yapamadıklarını da köyün ustalarına götürürlerdi. Demir aksamlı olan saban demiri, kazma, balta, keser, tahra, maşa, zikke, kürek, bel, çapa, çepin, cemek, kağnı, kayış ve koşum malzemelerinin demir kesimleri, soba ve mangal ayakları, nal, orak, gullep, saç ayağı, soba küreği, eysiran gibi aletleri, köylere gelen çingenlere yaptırırlardı. Kalbur, gözer, çilingir ve elekleri de yine köyleri gezen elekçilerden alırlardı. Kağnı kayışı, boyunduruk kayışı, çarık, yoğurt derisi gibi malzemeleri de kendileri imal ederlerdi. Camız (manda, kömüş), öküz, at ve eşek  gibi hayvan- ların ayakları hep bu  mevsimde nalbantlarca nallanırdı.

Gadımana (madımak), yemlik, çıtlık, cıynak, hardal, tekercan, gatlangavıh ve burçalık  gibi yarayışlı otların toplanması bu mev- simin en zevkli işleri arasındadır. Kadınlar kendi aralarında gurup- laşarak yemlik için tâ Bıyıkaydın’ın öze gider, önlerinde önlükler, başlarında bohçalar dolusu yemlikle tez elden gelmelerini hemen herkes dört gözle beklerdi. Yufka arasına dürülmüş olan yemliğin, bir tas çalkama veya gatıh eşliğinde yenmesi çekilen tüm zahmetlere değerdi doğrusu. Hele gadımanadan yapılan o sıcak bükmeye hani “yemede yanında yat” tabiri çok uygun düşerdi. Gadımana cacığını yufka ekmeğinden oluşan sunakla yeme işine ise deme gitsin; senin balına, böreğine değişmezlerdi doğrusu.

Yaprak zamanı yine kadınlar birlikte giderler, toplanan yaprağın yanında kedi kulağı, tavşan çakıldağı, ışgın ve yeşil erik getirerek merakla bekleyen çocuklar sevindirilir. Erkekler sabah erkenden dağlara giderler yağlık (büyük mendil) ve çantalar dolusu kuzu göbeleği, sarı evlek, kara evlek ve gaymacık denen mantar getirirlerdi. Yoğurt derileri, halı, kilim-keçe, zahire ve un çuvalları-nın yıkanması, turşu, pekmez, salça ve peynir çanak veya küplerinin temizlenmeleri… Baharın ilk zamanlarında arpaların ekilmesi (bu gelenek çok sonraları değişerek güze taşınmıştır)…Nohut, mercimek bostan dikimleri…Baharın sonlarına doğru peynir yapımları ve deri- lere yoğurt alımları yapılır. Kurutmak için ot ve çayırların biçilmesi, çeşitli ilaçlamaların, çapalama, budama ve belleme gibi  işlemlerin hep bu mevsimde yapılmaları sağlanırdı.

Kış sonu baharın ilk zamanlarında, köyün kuzey kerpiç ve taş ocakları gibi çukurlarında denelenmiş kar kalırdı. Bunların helke, sitil ve bakraçlarla getirilip üzerine pekmez dökülerek yenmesi çok sevilirdi. Karlı pekmeze, karsanbaç denirdi. En sona kalan bu karlar çoğunlukla, topraklık ve kütük yerinde bulunurdu. Böylece mevsimin ve yılın en son karı, baharın ilk sıcaklarında tüketilip öbür yıl bek- lenirdi.

İlkbaharın sevilen işlerinden birisi de, akşamları oğlak ve kuzuları anneleriyle birlikte harman yerinde otlatmaktı. Köyün tüm harman yerleri hatta yamaçlar bile bu görüntülere bezenirdi. Akşam güneş batanda, çocukların bağrışmaları, insanların ıslıkları köpek-lerin havlamaları, koyun ve kuzuların meleşmeleri, ufkun kızıllığı, yavaş yavaş karanlığa gömülmekte olan o küçük köyümüzün görün- tüsü halen tüm insanlarımızın gözünden kaybolmayan manzara- lardandır…

Dağlardaki çobanların önündeki kuzulayan keçi ve koyun-ların yavrularını çocuklar evlere taşır, onlar da yumurtayla sevindiri-lirdi. Baharın ilk çiğdemlerini çocuklar kiskiçle (ucu sivri değnek) kazar, çiğdemlerin her birini erik veya armut kurusu bir ağacın dikenlerine saplayarak ev ev dolaştırır, yumurta toplayarak sevinen bu çocuklar her eve vardıklarında da oraya şöyle seslenirlerdi :

Bi bişiii, bişiiii,
Ebemin çürük dişiii.

Alacadan atladım,
Bir kapıya dikildim.

Verenin oğlu olsun,
Vermiyenin kızı olsun.                         

Kız gelin olup gitsin,
Oğlan da padişah olsun

Okul çağındaki çocukların biraz irice olanlarını, tatilin bitimiyle beraber mal gütmeler beklerdi. Sabahın o tatlı uykusunu alamadan kaldırılan çocuklar, güneşin doğmasıyla beraber, elinde değnek, sırtında veya belinde azık, önünde mallarıyla sisli dağların yollarını tutarlardı. Hayvanlarını otlatan bu çocukların korkulu rüyalarının birisi kır bekçileri diğeri de buğelekti. Yamalı elbiseli, güneşin sıcağında kararmış, ayağında soğuk kuyu veya naylonu olan, çıplak ayağı soğuk kuyu sayesinde kara turpa dönen bu çocuklar, günün 15 saatini dağlarda geçirirlerdi. Mal güden çocukların büyük çoğunluğunun azıkları ise hemen hemen her gün aynısı olacak cinstendi. Yağlı omaç, pekmez omacı, haşlanmış yumurta, sadece kuru çörek veya bez içinde kurumuş ekmeği ve bir torba yoğurt. Bu zavallı çocuklar o yaşlarında hayatın yüküne ortak edilirdi. Doğru dürüst okuyamayan, beslenemeyen, değerlendirilemeyen bu çocuk-ların pek çoğu ileriki yıllarda ya evinin, ya devletin veya başkalarının işçileri olmak durumundan kurtulamayacaklardır.

Sığır çobanları, buzağı çobanları, davar çobanları, kuzu çobanları hep bu mevsimlerde tutulur ve görevlerine başlarlardı. Kır bekçileri, bağ bekçileri, köyün imamı  tutulur ve hakları (ücretleri) köylüye ait olmak üzere belirlenirdi. Bunların hepsinin hakları kaşılığı güzün ödenmek üzere ekin verilir, sadece sığır çobanına verilmek üzere günde birer ekmek toplama adeti devam ettirilirdi.

Hani “zor dostum zor” diyen bir söz varya, işte aynen öyleydi şu zavallı köylülerin durumları. Hayatın çilesine bir de cahillik ve imkânsızlık karışınca işler iyice sarpa sarıyor ve istikbal herkesin gözlerinde kara bir dağ yumağı gibi durarak umutları eritiyordu.

Yaz işleri: Bu mevsimde yapılan işler oldukça fazladır. Zaten köylünün en çok çalışıp çabaladığı bu zaman dilimidir. Eskilerde köyde sürü çok olduğu için, davarların sağımının çoğu dağda yapılırdı. Sağım zamanı kadınlar toplanır herkesin belli yerlerinde bu işi yaparlar, sütleri elde veya merkeplerle evlere getirirlerdi. Peynir yapımı ve deriye yoğurt alımı devam ederdi ki bu derilerden, son güz açılmak üzere tereyağı, iri ve ince tarhanalar yapılırdı. Çobanlar ve bir kısım mal güdenler dağda yatarlar. Nohut, mercimek, burçak, gibi ürünler elle toplanır; arpa, buğday gibi ürünler de tırpanla biçilirdi. Bu biçim, önceleri tırpan ve galıçla (orak) yapılırken, 1960’lı yıllar- dan itibaren bu işlerin yerini biçerdöver aldı. Irgatlığa gün doğmadan gidilir, gün doğuncaya kadar birer ikişer çıkım (yarım dönümlük yer) alınırdı. Artık güneş doğmuş ırgatlar da gayfeltiye (kahvaltı) otur- muşlardır. Kahvaltı da ise ; pekmez omacı, yağlı omaç, peynir, yumurta veya yoğurt gibi şeyler olurdu. Irgatın büyüğü “aş sabahın, iş sabahın” der ve gayretle işe başlatırdı. İş görülürken köydeki günlük olaylar, masallar ve hikayeler, arada sırada türküler söylenirdi ki kişilere bezginlik gelmesin diye. Dağ, taş hep insan kaynamakta, her türlü hayvan sesleriyle ortalık sessiz kalmamaktadır. Irgatlar, bekçiler, mal güden çocuklar, sığır, dana, davar, oğlak ve kuzu çobanlarının türküleri, uzaktan uzağa bağrışıp çağrışmalar, köpek havlamaları ve eşek anırtıları akşamın gelme vaktine kadar sürer giderdi. Yanık yüzler, nasırlı eller, ağrıyan beller, yorulan bedenler, artık iyice bitâp düşerek kendilerini atacakları bir gölge ararlardı. Öğlenin sıcağı ortalığı iyice kavurmaktadır. Bu sıra erkekler, biten sularını tazelemek için gözelere veya çeşmelere iner bardak, seğenk, testi, çötüre gibi kaplarını doldurur, hayvanlarını sular ve tarlasına geri gelirken kadınlarda, etraftan çalı çırpı toplayarak o sıcakta günlerce hiç değişmeyen öğle yemeği için bulgur pilavı pişirirlerdi. Bir gölge bulmuşlarsa ne âlâ, bulamamışlarsa güneşin altında onlar yemeği yer, yemek de onları… Varsa bir elçim yeşil soğan, torba yo- ğurdundan koyuca özenmiş bir ayran o yorgunluğa ve o bedenlere sanki ilâç gibi gelirdi. İş görülen tarlalar köye yakınsa, öğle yemeği evden gelen bir yarma aşı olurdu ki bu, her elçim alınışta başları köye baktırırdı. Yemek sonrası çok az olmak kaydıyla, erkekler biraz olsun kestirirken, kadınlar da bulaşıkları yıkarlar ve  akşam çocukları sevindirmek için çıtlıklardan sakız yaparlardı. Akşam evlere gelirken su kaplarını çalının veya bir destenin altına koyarlardı ki sabaha kadar buz gibi olsun diye. Irgatlığa yürüyerek, atla, eşekle veya at arabasıyla gidip gelirlerdi. Sap taşıma, dövenle sürme ve kısaca harman işleri bu dönemin en önemli ve en ağır işleri arasındaydı. Bulgur, yarma, kırma, un, zavur gibi bu işler insanları çok meşgul ederdi. Genelde biçim işleri olan ırgatlıkta veya diğer bazı işlerin bitiminden sonra ırgatlar tarafından söylenilen bir dua ve salavatlama yapılırdı. Şöyle ki:

Terse harman savurma

                  Verebe kağnı devirme.

                  Akşama yağlı kavurma,

                  Verelim onlar aşkına

                  Peygamber canına salavat

                  Sallallahu Muhammed…

                                   Aşağıdan gelir hâbesi,

                                   İçi dolu elması.

                                    Akşama kabak dolması

                                   Verelim onlar aşkına

                                   Peygamber canına salavat

                                   Sallallahu Muhammed…

                  Ali’yinen Veli’yinen,

                  Irgatlık ettik deliyinen.

                  Akşama oğul balıyınan

                  Verelim onlar aşkına

                  Peygamber canına salavat

                  Sallallahu Muhammed..

Irgatlıktan akşam eve dönerlerken, sen zannedersin ki; köye bir kervan gelmekte. At arabası ve eşekler üzerinde gelen bu grupları köyün çocukları karşılar, bir taraftan da mal güdenlerin malları, öbür taraftan da sığır ve dana sürüleri köye girerken büyük bir hareketlilik oluşturur. Toz dumana karışmış, köpeklerin havlamaları ayyuka çık- mış, çobanların “ho hoo”ları, mal güdenlerin “löo löoo”ları, ırgattan gelenlerin “layn-ulayn”ları bir birine karışan bağrışmaları, eşeklerin anırmaları bir ses cümbüşüne boğardı Selamlı’yı.

Irgatlığı bitirenler bir nefes alırken, bir taraftan da kağnılar sap çekme durumuna hazırlanır. Kara çavlar, oklar, kazıklar, kayış ve ip halkaları, urganlar, sicimler, kağnının devrilmesini önlemek için sırıklar, hep bu hazırlığın içindedir. Sap kağnıları yiğinden yiğine çekilirken çok yüklemek, önlerini güzel ve saçaklı yüklemek, devirmeden getirmek, “dovvah” deyip harman yerine âlemek, har-mandaki sap kağnısının gölgesinde bir elçim yeşil soğan eşliğinde, şöyle bir yarmaşı yemek bütün yorgunluğa değerdi doğrusu. Kadın-larca harman yerleri süprülür ve tertemiz edilirdi. Artık yollar hep sap kağnılarının izlerini taşımaktadır.

Sap düzenine göre hazırlanmış kağnılar ve at arabaları, sabahın çok erken bir  saatinde tarlaların yollarına düşerlerdi. Sapa iki kişi gider, kişileri olmayanlar ise ipi çekmek ve öküzlerin önün- den gitmek için çocuk götürmeleri gerekirdi. Uykuya ve işe dayana- mayan küçükleri erkenden bir şilte arasına koyarak kağnıya yatırırlar. Tarlaya kadar uyuyan küçükler orada uyandırılır ve mallara sahip olurlardı ki daha güneş yeni yeni doğmak üzeredir. Kağnı yükünü alıncaya kadar yiğinden yiğine çekilerek iş bitirilir ve yola düşü- lürdü. Kağnıyı deviren, sap kaydıran, mazı veya âre kıranlar yollarda per perişan olurken. Sorunsuz gelenler güzel öten kağnı sesiyle birlikte bir zafer kazanmış komutan edasıyla harman yerine “dov- vah” deyip âlerdi. Bu sapları “kabak, oturum, bilezik” adını ver- dikleri şekillerde istif ederlerdi. Saptan gelen kağnıların kime ait oldukları uzaktan bile seslerinden bilinirdi… Kağnıların mazılarını tere yağı ile yağlarlardı ki iyi ötsün ve yanmasın diye.

Sap çekimi bitince, istiflenmiş olan bu sapları “döşşek” adını verdikleri bir şekilde dağıtır ve üzerine düveni atarlardı. Bir yandan düven sürülürken, bir yandan da dirgen ve yabalarla evirip çevirerek aktarırlardı. Düvenlerin yığdırmasını(düveni çeken hayvanların dış-kılarının ince samanları toplaması) önlemek için birer de tekne konurdu. Tekne, öküzlerin dışkılarını içine koymaya yarardı. Saplar düvenlerin dişleriyle parçalanıp ufalanır saman olmaya yüz tutardı. Sapın bu hale gelmesine “malama” denirdi. Bu malama esnasında bazen hayvanların ağızları sepetlerle bağlanırdı. Malamayı bilezik yaparlar, onu da tekrar tekrar sürerlerdi. Çok incelmiş malamayı, orta bir yere koni şeklinde yığarlar , buna da “tınaz” derlerdi. Bütün saplar tınaz oluncaya kadar, aynı işlemler hep tekrarlanır dururdu. Hazır hale gelmiş olan tınazlar, yel estiği zaman yabalarla savrulur ve çeçler oluşturulurdu. Tınazların ve çeçlerin etrafları ayakla veya adımla ölçülür çıkacağı buğdaylar tahmin edilirdi. Eğer geceleri savurma işi yapılıyorsa denizci fenerlerinin ışığında, sabahlayan soğuk bir testi suyu, ayazda kalmış bir karpuz, bir yağlık üzüm eşliğinde ne de güzel olurdu…

Kağnıların çetenleri, samanlıkların temizlikleri, samanların çekilmesi için hazırlanır, tohumluklar elenip ilâçlanarak ambar veya helkirlere çekilirdi. Un işleri ve bulgurların kaynatılması hep bu za- manda yapılan işlerdendi. Gece gündüz demeden, dur durak bilme- den çalışan bu insanlar, zamanı gelince bir işi bitirip diğerine başlamanın heyecanını yaşarlardı. Harman içindeyken insanların işini zorlaştıran ve zorlarına giden şey yağmurun yağmasıydı. Çünkü; sap olsun  saman olsun ıslandığı zaman kendisinin ve yerinin kuruması bir çileydi. Daneler yeniden çimlenip çıkar, işler uzar insanlar da haliyle telaşlanırlardı.

Atla düven sürerken atların parlayıp, düveni alıp kaçmaları, inat öküzlerin kiriyip yatmaları, camızların sıcakta ağzını açarak gitmeyişleri, düvenlerin yığdırışları insanları uğraştırır ve çok güzel seyirlik manzaralar oluştururdu. Saman çekerken rüzgâr istenmez iyi havalar beklenir, kış unu için değirmene kağnılarla gidilirdi.

Bulguru kaynatırken kimi kapı önünde, kimileri de kağnılar veya at  arabalarıyla uzaktaki çeşmelere giderdi. Bu iş, iş olmasına rağmen bir eğlenceye dönüşürdü. Ördek, kaz, tavuk kesilir, meyve, üzüm ve sebze bolca götürülür, torba yoğurdu dala asılır, karpuzlar suya atılırdı. Buğdaylar bir yandan yıkanır, bir yandan kaynatılır bir yandan da serilip karıştırılırken öbür yandan da yemekler büyük bir coşkuyla hazırlanırdı. Bu durum bir piknik havası içerisinde sürüp giderdi. Akşam olanda bulgurun yanında yatacak kişinin dışındaki herkes eve gelir, ertesi gün kurumuş olan bulguru köye getirirlerdi. Bir araya gelen kadınlar günlerce bulguru seçerler ve dövmeye hazır ederlerdi. Köydeki dibekler(sohu) boş kalmaz, biri biter biri başlardı. Bulgur dövmesi bir eğlence içerisinde geçerdi. Kadınlı erkekli grup- lar ellerine ağaçtan birer tokmak alıp, sırayla dibeğin içindeki

Bulgura biri indirir, biri bindirirdi.

Evlerde bulgur yapanlar ise, damlar üstüne sererler, geceleri de bu sergi yanında yatarlardı. Bulgurun yanında yatanın yarenleri bir araya gelir, meyve, üzüm, közlenmiş mısır ve buna benzer yiye-cekler eşliğinde gecenin geç saatlerine kadar sohbetleri uzar giderdi.

Yine bu zamanlarda gençler bir araya gelir, kendi aralarında tavuk toplarlar, bağlara gider bostan, meyve, üzüm, ellerinde teyp, bellerinde silah, ağızlarda türküler sabahlara kadar eğlenirlerdi. Sabaha doğru evlere gelen gençler, hayatlarında yaptıkları bu eğlen- celeri anlata anlata bitiremezlerdi.

Kadınların en ağır ve en zor işleri genellikle bu mevsime rast gelir. Hele de küçük bebek veya çocuğu olanlar için, hayat öyle kolay çekilen cinsten bir şey değildi. Çocukların bakımı ve beslen-meleri, ekmek veya çörek yapımı…Yırtık, sökük ve yama işleri, asbap yıkama, bahçe ve bostan işleri…Süt sağımları, yoğurt ve pey-nir yapımları…Çobanların, ırgatların ve evdekilerin yemeklerinin her gün hazırlanması…Bitinceye kadar dağdaki her türlü işe gidip gel- meler, bunlardan bazıları sadece. İşte bunların hepsi kadınlarca yapıl- ması gerekli işlerdendi…

Fazla samanlar için münasip yerlere “noda” yapar öylece kışa saklanırdı. Kış için ekmek yakacağı ve ekmek yapımı ki kadınların en zor işleriydi. Savrulan samanların irisinden, hayvan gübresinin ku rusundan, davarların kıhahlarından, kuru gazel ve hayvanların yedik- leri saman artıklarından oluşan bu karışımın ateşiyle yufka   ekmek-  lerini yaparlardı. O zamanlar şimdiki gibi kışlık kuru ekmek yapmaz-lardı. Ekmeği yine çokça yaparlar onu da  büyük kazan tekne veya teşlere büküp katlayarak koyarlardı. Ekmeğin belli sayıdaki katla- masına bir büküm, bir çarpım veya bir külte denirdi. Bayatlamaya fırsat kalmadan tüketilir, her evin nüfusu kalabalık olduğu için de tezecik biterdi. Köylümüzü en çok  yoran bu mevsimin işleriydi. Fazla buğdayların satımı, stokların yerleştirimi, tohumlukların belli yerlere ilaçlanıp istiflenmesi, güzünki ekim için tarlaların hazırlan- ması bu mevsimin vazgeçilemez işlerindendi.

Sonbahar(güz) işleri: Tarladaki keseklerinin kırılıp ekime hazırlanması…Kışlık yakacak için odunların kesilip, kütüklerin sökülmesi…Bağların ve bostanların bozulması…Pekmez, çalma, ekşi, turşu, salça, pestil, tarhana (iri ve ince olmak üzere) yapımı. Yoğurt derilerinin yayılıp tereyağının elde edilmesi… Çok eskilerde konserve yapımı bilinmediğinden, sadece bamya, yeşil fasulye, patlıcan, biber, mısır, soğan, sarımsak gibi sebzeleri, üzüm, dut, kayısı, erik, elma, armut, ayva gibi meyvelerin kurutulması yapılırdı. Turp, pancar, havuç, yer elması, patates ve pelit(palamut) gibi yeygiler de kum içerisinde kuyulanırdı. Üzümlerin iyileri seçilir, uygun yerlerde saplar üzerine serilerek kışa kadar yenmesi sağlanırdı. Yine eski zamanlarda hayvan çok olduğu için fazlalık etler kurutularak kışa saklanırdı. Çünkü dolap olmayınca bu usul en ideal olarak tâ eskilerden beri yapıla gelirdi.

Derilerden elde edilen tere yağlar küleklere, pekmezler ve tur- şular küplere, peynirler çömleklere basılır ve kış için hazır hale getirilirdi.

Evlerin ve diğer barınakların kışa hazırlanması tüm köylüce yapılırdı. Tamiratlar, damların üzerine çorak getirme, çit, bastırma yapımları, ihtiyaç veya yersizlikten dolayı fazla olan hayvanların satılmaları, yarma ve bulgurların dibekte  dövülüp, temizlenip ime- ceyle  türküler eşliğinde el değirmenlerinde çekilme işleri, kışlık ne gibi yiyecekler varsa onların hazırlanıp yerleştirilmeleri, yün çorap-kazak, atkı, eldiven, şubara(başlık) gibi malzemeler için ip yapımı, kök boyalarının yapılması, soba, mangal, kürek ve bacaların hazır- lanışı…Güz bolluğunun sonunda ihtiyaçlar için pırtı alımları yapı- lırdı. Son güzleri komşular bir araya gelerek, geceleri el taşları ile burçak, fiğ, tuz ve bulguru, türküler, masallar eşliğinde geç vakitlere kadar çekerlerdi. Adeta bu işler bir şenlik havası içerisinde geç- tiğinden kadınlar arasında zevkle yapılırdı.

Kış işleri: Kış gecelerinde kadınlar kendi aralarında, erkekler köy odalarında, çok büyük yaşlılar ve çocuklar da evlerde kendi-lerince bir iş, bir oyun veya bir uğraşıyla değerlendirip hoşça vakit geçirirler. On birinci aydan tâ bahara kadar köye veya evlere kapa- nırlardı insanlar. Artık ev içi ve hayvanlarıyla uğraşı başlardı. Ka- dınlar ihtiyaca göre yünden çorap, kazak, atkı, ellik, örme, zeleba- ğı,kirmen ve iğ işleri. Mısır kabukları ve kendirden hasırlar, kalın ip- ler,ıstar işleri(bu dokuma tezgahları çok az evde bulunurdu) yani; hâbe, yastık yüzü, kilim, şal gibi ve benzeri işler. Boncuk, oya,  dantel, dikiş, yama işleriyle meşgul olmaları kadınların olmazsa olmazlarındandı. Ayrıca düğünlerde çalıp oynamak için de desenli, boyalı defler yaparlardı.

Erkekler ise ayakkabı mes, kuş lastiği, tokmak yapımı, soba ve mangal tamiratları gibi işlerle uğraşırlar. Dam başının karını itmek, çok karın olduğu zamanlarda evden eve veya çeşmelere kadar çığır açmak, hayvanları sulamak ve yemlemek, hayvanlar için tekne ve oluklar yapmak, hayvanlara top yapımı(kırmayı suyla karıştırıp top haline getirme işi), hayvanları tımar yapmak ve gebrelemek, dağlardaki çobanların ve köpeklerin yiyeceklerinin taşınma işleri ki bu iş, o zamanlarda çok çok zordu ve üstelik her gün ya da iki günde bir gidilirdi.

En güzel misafirlikler hep bu mevsimde yapılırdı. Çünkü dı-şarı işleri bitmiş, başka yerlere çalışmaya da gitme olmadığından hemen herkes köyünde ve evlerindedir (bunlar altmışlı yıllardan önce). İnsanlar ya komşuluğa, ya da köy odalarına giderek vakitlerini öyle  geçireceklerdir. Köy odalarında büyüklerin nasihatları, hikaye- ler, masallar, anılar köyde ve çevrede olan veya duyulan olayların değerlendirilmesi ve çeşitli yöresel oyunların oynanışları hep bu mekanlarda yapılırdı. Helva ve kavurga  yapıp bunları odalarda, camilerde dağıtma geleneği yetmişli yıllara kadar sürdürüldü. Av yapma, tazı besleme bu mevsimin özelliklerindendir. Taze karın yağ- masının ardından sabah erken ava gidilir, tutulan tavşanın köftesi ve yapılan tiridi av sohbeti anlatımıyla neşe içerisinde yenirdi.

Çocukların ayakta, oturarak, kızakla, merdivenle, naylon ya da naylon teşlerle(leğen) kaymaları ise apayrı bir güzellikti. Kar topu ve kar tünelleri yapmak, tuzaklar kurarak serçeleri yakalama işleri de çocukların  uğraşılarıydı. Gençlerin kıyafetlerini değiştirerek geceleri saya gezer, karın üzerinde çeşitli oyunlar eşliğinde her eve uğrar ve seyirlik gösterileri yaparak kış gecelerini şenlendirir, bu  geleneksel adetleri her yıl yaparlardı.

Kışları erkekler odalara gidip orada hoşça vakit geçirirlerken, kadınlar da yakın akrabaya veya komşuya gider birlikte el işleri yaparlardı. O zamanları kış gecelerinde pek çay işi olmadığından, so- ğuk su eşliğinde mısır patlatmak, mısır haşlamak, buğdaydan, nohut- tan, mercimekten ve bulgurdan yapılmış kavurga yenirdi. Çiğ köfte yapımı önceleri seyrek yapılırken bu, son zamanlarda çokça yapılır oldu. Ayrıca kuyulanmış pelit (küçük palamut), pancar, yer elması gibi yiyecekler tüketilir, bir araya gelerek tel tel(bir nevi pişmaniye) çekilir, pekmez helvası yapılır ve cuma günleri namazdan sonra da  merakla bekleyen çocuklara dağıtılırdı. Tel tel çekenler gözetlenir, dışarıya soğumaya bırakıldığında kaçırılıp yenir, sabahleyinde o eve gidilerek olay ballandıra ballandıra anlatılırdı. Bu tel tel, şeker belli bir kıvama gelinceye kadar kaynatılıp bir tepsiye konularak dışarıda soğutulur. Soğuyan ve kaskatı hale gelen bu kıvam, getirilip daha büyük bir siniye bırakılır. Orada bulunan herkes kolları sıvayıp elleri yıkar ve sininin başına diz çöküp geçerler. Kıvam kavrulmuş unla birlikte sürekli sini üzerinde avuçla sıkılır. Bu yedi sekiz kez ters çevrilerek tekrarlanır ki saç teli gibi incecik olsun. Bu iş zor olduğu kadar da çok zevkli olduğu için kışın çokça yapılır.

Geceleri karanlıkta denizci fenerleri ışığında misafirliğe gidilir. Odun ve kütüklerin yandığı ocakta, közlerin konulduğu mangallarda ısınılıp güzel sohbetler yapılırdı. Tabii ki ocak başları erkeklere aitti. Bu ocak başı sohbetleri uzun kış gecelerinde uzar giderdi…

Geceleyin hemen herkesin mutlaka yaptıkları adına da “mal görme” dedikleri bir işleri vardı. Halk arasında “ışık” veya “idare”   denilen, huni şeklinde tenekeden yapılmış, elde tutulan veya bir direğe, duvara asılan aydınlatma aracının ışığında ahıra girilir. Hayvanların altları kürenip kurulanır, yemi samanı verilip tımarları yapılırdı. Ertesi gün için de hayvanlara, tekneler içinde ıslanmış arpa kırmasından elle sıkıştırılıp yapılan kar topu büyüklüğünde toplar hazırlanırdı. Kışlar uzun sürünce samanların bitmesiyle insanlarda bir telaş başlardı. İşte o zaman karı kalkan dağ yamaçlarındaki gevenleri söküp evlere getirme işi başlardı. Bu oldukça zor işlerden-di. Eşeklerle ya da şelek(sırtta taşınacak kadar olan demet) yaparak getirmek öyle kolay işlerden değildi tabii ki. Bu gevenlerin dikenleri kesilir, kökleri de keserle dövülerek hayvanlara verilirdi.

Kış sonuna doğru yakacağı azalan veya bitenleri bir düşüncedir alır giderdi. Çünkü hava soğuk, yollar çamur, hayvanlar zayıf, dağlar halen karlıdır. Sabahları erkenden kalkan evin erkeği, kaynarca tarhana veya düğür aşını turşuyla birlikte yedikten sonra, üstüne de bir susak pekmez içer, yün çoraplar dizde, çarıklar ayaktadır. Hayvanına tahrasını ve baltasını sararak dağların yollarına düşer. Çekilen bu çile, önceden fazla bir hazırlık yapmamanın cezası- dır adeta. Kesilen odunların denkleri yalnız başına hayvana binbir güçlükle sarılır. O karda ve çamurda, yata kalka yaş odunu eve geti- ren eşekte hâl kalmaz. Eller buymuş, kulaklar gevremiş, ayaklar ise buz tutmuştur. Havalar ısınıncaya kadar bu çile sürer gider.

Dağdaki kömlerde bulunan çobanların bağrışmaları, köpek-lerinin havlamaları esen sert rüzgârlarla tâ köye kadar gelirdi. Bu sesleri dinlemek, karışık düşüncelere dalmak, soğuk ve sert rüzgâr-ların çıkardığı o güzelim ıslık sesiyle akşamın karanlığına kavuşmak, insanı ürpertir ve değişik düşüncelere salardı…Bu ses armonisini dinlemek, doğrusu üşümeye değerdi. Bahara doğru karlar erimeye, yağmurlar da yağmaya başlayınca evler akmaya başlar, düşen damla- ların altına kap kacak ve leğen gibi şeyler konulur, doldukça da boşaltılırdı. Kuru havada, dam başına çıkılarak tuzlanır, loğlanır(yu-vak taşı) veya çığnanırdı.

Uzun kış gecelerinde iki kez ekmek (yemek) yenirdi. Genel- likle yufka ekmek, soba veya mangalda gevretilir, içerisine de çanak peyniri konulur ve sıcak bir dürüm elde edilir, bu dürümü çalkamayla (üzümden yapılan bağ ekşisi) yemek ise tüm yemeklere değerdi. Bazen turşu, kuru soğan veya patetes közlemesi, omaç, pekmez ve yoğurt gibi hafif şeyler de geç vaktin başlıca yiyecekleriydi. O zamanlar pek akşam çay içme alışkanlığı yoktu. Çay, sadece ağır misafirlere  ikram edilirdi.